Anasayfa
|
Batı İdeolojisi, Irkçılık ve Ulusal Kimlik
Sorunumuz
Taner Timur
Sunuş
Çağımız toplumu bugün hâlâ XIX.
yüzyıldaki büyük değişmelerin yarattığı
sorunlara cevap arıyor. Bu sorunlar elbette çok yönlüdür. Ne var ki,
bunların hepsinin de Batı'da gerçekleşen Sanayi Devriminin
yarattığı toplumsal çalkantılardan
kaynaklandığını ileri sürmek yanlış olmaz.
Batı ülkeleri Sanayi Devrimin uluslaşma, özgürleşme ve
sınıf kavgalarını yumuşatıcı toplumsal
önlemler arama süreciyle birlikte yaşadılar. Ancak bu
arayışlar, iktisadî sistemlerinin mantıkî sonucu olan büyük
sömürge imparatorluklarının kurulmasını önleyemedi.
XX. yüzyılda ise, iki büyük dünya savaşından sonra, sömürge
imparatorlukları tasfiye oldu ve insanlığın, iktisadî
azgelişmişliği yenememiş büyük bir kısmı,
yepyeni koşullar içinde kendi kimlikleri üzerinde düşünmeye
başladılar.
Türkiye
bu açıdan Batı dünyasından da, eski sömürgeler
topluluğundan da farklı bir deneyim yaşadı. XX.
yüzyıl başlarına kadar bir «imparatorluk» kadrosu içinde
yaşaması, onu Batı sistemine yaklaştırıyordu.
Oysa Osmanlı İmparatorluğu, eski tip bir imparatorluktu.
Kapitalizmin ürünü olan ve bir «metropol» ile « periferi» den oluşan
modern imparatorluklara benzemiyordu. Öte yandan Osmanlı devletinin,
giderek iktisadî ve siyasî bağımsızlığını
kaybetmesi, onu sömürge ülkelere yaklaştırıyordu. Türklerin
uluslaşma sorunu, objektif koşulların
yarattığı bu çelişkili durum içinde gelişti.
Bugün «kimlik sorunumuz» ve dünyadaki yerimizle ilgili değerlerimiz,
hâlâ çıkış noktasındaki bu çelişkiden doğan
sorunları yenmiş değildir.
Osmanlı devleti iktisadî ve siyasî
bağımsızlıkla beraber, kültürel
bağımsızlığını da kaybetti. Bu yüzden,
kendi kimliğimizle ilgili düşünce ve duygularımız,
Batı kültürünün yarattığı disiplinler ve ideolojiler
ortamında şekillendi.
Bugün aydınlarımız arasında
uluslaşma sürecimizin açıklanması ile ilgili
çalışmalara sık sık rastlıyoruz. Ancak bu
çalışmalar daha çok kendi kaynaklarımızın
incelenmesine ve değerlendirilmesine dayanıyor. Ben, bu makale
çerçevesinde, önce Batının son yüzyıllarda ırk ve ulus
konularında neler düşündüğünü; bu düşüncelerin yeni
kurulan disiplinlerle ne gibi ilişkiler içinde olduğunu ve
özellikle Türklerin Batı yazınında nasıl ele alındığını
özetlemek istiyorum. Bu düşünceler, Batıdaki
ırkçılığın da temellerini teşkil ettiği
için bir çeşit ırkçılığın bilânçosu biçiminde
sunulacaktır. Daha sonra ise, «Türklüğün doğuşu»nun,
pek iyi bilmediğimiz bu ortam içinde ne biçimde
gerçekleştiği sorunu üzerinde düşünceler ileri
süreceğim.
Bu yazım bir tarih
araştırması değildir. Sadece, bu konularda
düşünürken, tarihî referans çerçevemizin tesbiti çabasıdır.
Kimlik sorunumuza yaklaşırken, metodolojik olarak hangi «discours»lar
düzeylerinde düşünmemiz gerektiği konularında sorulan
sorulardır. Aydınlarımızı, ulusal
sandığımız birçok düşünce ve
duygularımızın yabancı kökenleri konusunda
düşünmeye davettir.
Irkçılığın
İkili Kökeni : Brakisefaller...
Bugün ırkçı olarak nitelenebilecek
düşünce ve yargıların kökeni çok eskilere gider1. Ancak
gerçek anlamıyla ırkçı düşünce yapısının
doğuşu, paradoksal olarak, Aydınlık
çağının eseridir.
Gerçekten XVIII. yüzyıl Avrupası,
bazı özellikleri itibariyle ırkçılığın
gelişmesi açısından çok elverişli bir ortam teşkil
ediyordu. Bunları iki ana grupta toplayabiliriz. Birincisi, doğa
bilimlerinde XVII. yüzyılda gerçekleşen devrimin, XVIII.
yüzyılda kendini kabul ettirmesi- ve giderek toplumsal bilimleri de
etkilemeye başlamış olmasıdır. Bu etkileyiş,
«natüralizm» aracılığı ile oldu. Gerçekten,
seyahatlerle bütün kıtaların ve çeşitli kültürlerin
tanınmaya başlandığı bir dönemde, hayvanlar ve
bitkiler ile ilgili sınıflamalar, giderek insanlara da
uygulanmaya başlanmıştır. Bu konuda öncü bilginin,
İsveçli natüralist Linne olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten
Linne, ilk defa 1735'te yayınlanan Doğa Sistemi adlı
meşhur kitabında, canlı âlemi sınıflara böldükten
sonra, insanları da fizikî ve moral özelliklerine göre türlere
ayırıyordu. Yazarın Avrupalı, Amerikalı,
Asyalı ve Afrikalı insan olarak nitelediği bu türler,
farklı coğrafî ortamların ve kültürlerin ürünü biçiminde
sunuluyordu. Linne'ye göre sarı saçlı, mavi gözlü,
yaratıcı ve becerikli bir tip olan Avrupalı insan, âdeta
XIX. yüzyıl,,tartışmalarına damgasını vuracak
olan «aryan» tipini müjdeliyordu2. Buna
karşılık Asyalı insan («asiaticus» ), sari
derili, melankolik, acımasız ve cimriydi. Ayrıca, «kanun»la
idare edilen Avrupalının aksine, Asyalı sadece «gelenek»le
yönetiliyordu. Dikkat edilirse bu fikirlerde, Montesquieu'nün kısa
bir süre sonra meşhur kılacağı başka bir fikrin,
«doğulu despotizm»in temellerini görüyoruz. Ne var ki, ırk
olarak, Osmanlılar bu sırada daha çok Avrupalıya yakın
kabul edilmektedirler.
Linne'nin «tür»leri, Buffon'dan
itibaren ırk diye isimlendirildiler. Buffon, çeşitli
kıtalarda yaşayan insanların pek iyi tanınmadığı
bir dönemde, seyahatnamelere dayanarak, ırklarla ilgili gözlemler
yaptı. Thévenot ve Pierre Belon gibi Osmanlı devletini
geçmiş Fransızların gözlemlerinden yararlanarak, Türklerin,
beyaz, iyi yapılı ve güzel bir ırk olduğunu ileri sürdü3.
Linne ve Buffon'la başlayan ırklarla
ilgili gözlemler, kısa bir süre sonra, bilim çevrelerinde, insanla
ilgili daha sağlam fizikî kriterlerin aranmasına yol açtı.
Bu yolda dikkatler çok geçmeden insanın yüzü ve kafa yapısı
üzerinde toplandı ve iki yeni disiplin ortaya çıktı.
Bunlardan birincisi, İsviçreli doktor J. C. Lavater'in 1775'te
yayınlanan eserinde ifadesini bulan «fizyonomi» ilmi idi. Buna göre
insan karakterini yüz hatlarına göre anlamak mümkündü ve ırklarla
fizyonomiler arasında yakın bir ilişki vardı. Lavater,
Buffon'un fikirlerine katılarak Türkleri övüyor, fakat onları «en
asil Küçük Asya kanı ile, Tatar ırkının maddî ve kaba
unsurları karışımı»4 olarak görüyordu. Daha sonra,
başka bilginleri aktararak, fiziki betimlemeler ve fizyonomi
analizleri yapıyordu5. İkinci disiplin,
aşağı yukarı aynı tarihlerde Pierre Camper'in
geliştirdiği, «kafatası bilimi» (craniologie) idi.
Camper, diğer fizik özellikleri de gözönünde bulundurmakla beraber,
ırk tayininde asıl önemi kafatası yapısına veriyor
ve bu konuda ölçüler saptıyordu. Türklerle ilgili olarak da, Buffon'un
fikirlerine katılıyor ve bunları tekrarlıyordu6.
XVIII. yüzyıl sonunda ise Blumenbach, kafatası özellikleri
hakkında yeni tezler ileri sürüyor, kafatasını tiplere
ayırıyor ve insanlığı da beş ırk halinde
ele alıyordu. Blumenbach'ın XIX. yüzyıl antropolojisini çok
meşgul eden sınıflamasına göre, insan ırkları
şunlardı : Kafkas ırkı; Moğollar; Habeşler;
Amerikalılar; Malaylar7. Bu tasnifte Türkler, çok
olumlu olarak görülen –ve Batılı etniği oluşturan—
Kafkaslar içinde yer alıyorlardı.
XIX. yüzyıl başlarından
itibaren, Batılı antropoloji, örgütlenme çabalarına
girişti. Fakat yüzyılın ilk çeyreği savaş
yıllarıydı ve antropologlar insanın fizik
özellikleriyle ilgili bilgileri zenginleştirecek seyahatlerden ve
verilerden bir süre yoksun kaldılar. Aslında 1800'de doktor ve
bilim adamlarının kurduğu «İnsan Gözlemcileri
Derneği» antropolojiye bir disiplin getirme amacını
taşıyordu. Ne var ki, somut bilgilerde ciddî bir
artışın olmayışı, derneği dönemin
politik kavgaları içine itti. Yunan ihtilâli yıllarında,
dernek Yunan taraftarlarıyla doldu8.
Yunan buhranının bitişi ve
Avrupa'da bir barış döneminin kurulması, bilimsel
seyahatlere yeni bir hız verdi. Yeni dernekler kurulmaya
başlandı ve dünyanın dört bir yanından kafatasları
toplanarak, «müze»ler kuruldu. Artık «kafatası» dönemine
girilmişti ve «Ethnica Crania» incelemeleri, antropoloji
çalışmalarına egemen oldu. Bu çalışmaların
en ilginçlerinden biri, Amerikalı antropolog S. G. Morton'un, 1839'da
yayımlanan Crania Amencana'sıdır. Morton,
insanları, Blumenbach gibi beş ırka ayırıyor ve
her ırkı da alt bölümler şeklinde inceliyordu. Ancak,
Blumenbach'dan farklı olarak, Türkleri Moğol ırkının
bir dalı olarak kabul ediyordu. Bununla beraber Morton, Türklerin epeyce
eski tarihlerde «Çerkez, Gürcü, Rum ve Araplarla karışarak fizikî
özelliklerini değiştirdiklerini ve güzel bir halk olduklarını»9
yazıyordu. Crania Americana'yi çeşitli Crania'lar izlediler.
Bunlardan, iki İngiliz antropologunun 1865'te
yayınladıkları Crania Britannica'da, Britanya
adalarının en eski halkları keşfedilmeye
çalışılıyordu. Yazar, brakisefal kafalı
olduğuna inandığı bu halkın, İskandinav
etnologlarına göre «Turan» kökenli olduğunu söylüyor ve Kayser'in
bu konuda kesin bir kanıya sahip olduğunu ilave ediyordu10.
Kendisi ise, ayrı bir «töton» kökeni teorisi geliştiriyordu.
1859'da Paris Antropoloji Derneği'nin
kurulması ve bunu, çok geçmeden, diğer ülkelerdeki Dernek'lerin
izlemesi, antropoloji çalışmalarına yeni bir hız
kazandırdı. 1870'lerde eser veren bir bilim adamı, gerek
antropoloji ve ırkçılık tarihi bakımından, gerekse
yakın tarihimizde tartışılan bazı tezler
bakımından son derece önemlidir. Bu bilim adamı, Fransız
antropologu G. de Mortillet'dir. Mortillet, kafatası tipleri
açısından uygarlık tarihine eğiliyor ve bu açıdan
ilişkiler saptamaya çalışıyordu. Bu yazara göre,
insanlık tarihinde ilk büyük devrim olarak kabul edilebilecek
neolitik devrim, berakisefal kafalı insanların eseriydi.
Mortillet'yi işgal eden büyük sorun, insanların tarıma
geçtiği, hayvanları ehlileştirdiği, çömlekçiliği
başlattığı bu büyük atılımı gerçekleştiren
brakisefallerin kimler olduğu ve nereden geldikleriydi. Yazar,
ehlileştirilmiş hayvanların mukayeseli tarihini inceleyerek,
bunların Kafkasya'dan, Kazey Batı İran yaylalarından ve
Hazar kıyılarından geldiği sonucuna vardı11.
Mortillet çalışmalarını
yaptığı yıllarda,. Macar asıllı başka
bir âlim de ilk göçler ve ilk uygarlıklar üzerinde dikkatini toplamıştı.
Gerçekten Ujfalvy, asıl önceliği kafatası özelliklerine vermekle
beraber, karşılaştırmalı dil
çalışmalarından da esinlenerek yeni bir görüş ortaya
atmıştı. Orta Asya seyahatlarıyla toplanan
kafatasları üzerindeki incelemelerinin sonucu olarak, Ujfalvy
şunları söylüyordu : Dünyada ilk göçler, Orta Asyalı
ırklar ve «özellikle onların Moğol ve Turan kolları
tarafından başlatıldı»12. Bunlar Germen, hattâ
Keltlerden önce Avrupa'ya yerleşerek Avrupa'nın ilk
halkını oluşturdular. Çağdaş filologlara dayanarak
eski Mezopotamya dilleri ile Turan dilleri arasındaki benzerliklere
dikkati çeken Ujfalvy, Vambéry'nin bulgularını da
değerlendirerek, «aryan»ların beşiğini bulmaya
çalıştı13. Hiç kuşkusuz, bu fikirler
daha çok varsayımlar halindeydi ve tüm antropologların onayını
sağlamıyordu. Bununla beraber bu dönem antropolojisine
«kafatası bilimi» egemendi ve bu tezler hararetle
tartışılıyordu. Bu tartışma içinde,
İsviçreli antropolog Eugène Pittard'ın fikirleri, Türkler için
özel bir önem taşıyordu.
Mortillet ve Ujfalvy gibi, Pittard da
brakisefallere büyük bir önem veriyor ve neolitik devrimin brakisefallerin
eseri olduğuna inanıyordu. E. Pittard, Balkanlar'da
ve Anadolu'da yapılan kazılarda elde edilen kafatasları ile
ilgili bulguları, Asya'daki bulgularla
karşılaştırıyordu. 1911'de Balkan Türklerini
inceleyen Pittard, onların brakisefalle dolikosefal arası bir
kafatası biçimi olan mezatisefal oldukları sonucuna vardı14.
Oysa Asya Türkleri ile ilgili
incelemeler, onların brakisefal olduklarını ortaya
koyuyordu. Bunun dışında, Pittard, en eski zamanlarda «ön
Asya'da bir yerde»15 yaşamış
olan, açık tenli, mavi gözlü bir halkın
varlığını ileri sürerek, bunların kim
olduğunu soruyordu.
E. Pittard, dikkatli ve titiz bir
araştırıcıydı. Devamlı ihtiyatlı
ifadeler kullandı ve kesin hükümlerden kaçındı.
Kafatası çalışmaları, onda Türklere karşı
büyük bir ilgi uyandırmıştı. Bu ilgiye yeni
kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti'ni de ortak etmek istedi. Gerçekten 1924
tarihini taşıyan eserinde şu satırları okuyoruz :
«Kurulmakta olan Yeni Türkiye'nin, etnik unsurlarının böyle bir
analizine ilgi duyacağı ümit edilir» 16. Biliniyor
ki, yeni Türkiye 1930'larda bu yönde bir ilgi duydu. Hem de kuvvetle duydu.
Fakat şimdilik bu ilginin biçimini ve tartışmasını
ileriye bırakarak, Batı'da ırkçılığın
ikinci gelişme çizgisine eğilelim.
...Ve Aryanlar
Doğa bilimlerine paralel olarak
gelişen ırkçı yaklaşımın dışında,
XVIII. yüzyıl Avrupasını daha da önemli başka bir sorun
işgal ediyordu. Bu da oluşmakta olan ulusların «kimlik»
sorunu ve daha genel planda da Batı'nın «uygarlık» sorunu
idi. Gerçekten XVIII. yüzyılda, bir yandan gelişen kapitalizm ve
ulusal akımlar Avrupa'da halkların kökeni ile ilgili
tartışmalara yol açıyor; öte yandan da «Batı»
kavramı üstün bir değer kazanarak, uygarlık sorununa
karşılaştırmalı bir biçimde
yaklaşılıyordu.
Aydınlık çağı,
üstünlüğünü açıkça ortaya koyan «Batı uygarlığı»nı
Greko-Romen uygarlığa bağlıyordu. Fakat kültürel planda
bir sorun yaratmayan bu bağlantı, sosyal ve etnik planda nasıl
gerçekleşmişti? Bu konuda Batılı düşünürler
«barbar fetihleri» üzerinde düşünmeye başladılar.
Gerçekten, IV. ve V. yüzyıllarda kuzey ormanlarından inen Germen
kavimleri, Roma İmparatorluğunu yıkmış ve
Avrupa'ya egemen olmuştu. Ne var ki, Germenler Hristiyan olduktan
sonra, eski ve yeni halklar arasında bir düşmanlık
kalmamış ve Kilise kanalı ile Roma kültürü yeniden egemen
olmaya başlamıştı. Ancak, XVIII. yüzyılın sosyolojik
gelişme düzeyi ve fikrî arayışları ortamında,
sorunu tekrar ele alan düşünürler, yeni bir durumla karşı
karşıya olduklarını hemen farkettiler. XVIII.
yüzyıl, en klâsik biçimini Fransa'da bulduğu gibi, toplumun tüm
katmanlarının aristokratik ayrıcalıklara
karşı birleştiği bir dönemdi. Oysa Avrupa tarihini etnik
açıdan ele alan yazarlar, Aristokrasi - Tiérs Etat kavgasının
aslında fetihçi kavimlerle (Germenler) eski halklar (Gallo-Romenler,
Keltler, vs.) arasındaki bir kavga olduğu kanısına vardılar.
Böylece Ortaçağda unutulduğu sanılan bir kavga, yepyeni
kavramlarla ve yepyeni boyutlar içinde tartışılmaya
başlandı.
XVIII.
yüzyılda Frank kökenli
aristokrasiye büyük bir sempati duyan Boulainvilliers'nin
başlattığı bu tartışma, asıl
teorisyenlerini XIX. yüzyılda F. Guizot ve A. Thierry gibi
tarihçilerde buldu. Tarih araştırmalarına büyük bir hız
kazandıran bu tarihçiler,
Fransa ihtilâlinde ortaya çıkan büyük kapışmayı,
aslında fetihler sırasındaki kapışmanın
tekrarı olarak görüyorlardı. Bunlara göre Fransa ihtilâli, eski
halkların, yani Gallo-Romenlerin, fetihçi aristokrasi Franklara
karşı bir intikamıydı. Ancak yeni . girilen ulusal
dönemde, bu çelişki nasıl çözülecekti ve nasıl bir senteze
varılacaktı? Bu yönde iki gelişme oldu. Birinci görüş,
Fransız tarihçilerinin çağdaşları olan Marx ve Engels
tarafından geliştirildi. Tarihi maddeciliğin
kurucuları, Fransız yazarların etnik yönünü
vurguladıkları kavganın sınıfsal yönüne
ağırlık verdiler. Buna göre, son derece şematik bir
şekilde, Franklar aristokrasiyi, eski halklar ise burjuvaziyi ve onun
müttefiki olan diğer sınıfları teşkil
ediyorlardı. Sorunun bu biçimde sunulması, ırk ve etni
kaygılarını ikinci plana itiyor ve analiz yöntemini tamamen
değiştiriyordu. Bu analiz çerçevesinde, «üretim ilişkileri»
ve «üretim güçleri» gibi yeni kavramlar geliştirilerek, iktisadi
alt-yapıya öncelik verildi. İkinci gelişme çizgisi, sentezi
yeni bir sosyal düzende değil, fetihçi kavimlerle eski halkların
ortak ataları olan çok eski bir etnik grupta arıyordu. Bu
arayış, başka bir yönden de üstün Batı
uygarlığına saf bir etnik temel bulma çabasıydı.
Ne var ki, Avrupa'daki etnik karışım gözönünde bulundurulursa,
böyle bir yaklaşımın pratik güçlükleri ortadaydı.
Bununla beraber, bu güçlükler, bu konudaki gelişimleri engelleyemedi.
Batı'nın etnik temelini teşkil
eden «saf bir ırk» teorisi en çok Almanya'da kabul buldu. Bunun,
Almanya'nın o zamanki sosyopolitik açıdan özel
koşullarıyla ilgisi olsa gerektir. Daha
XIX.
yüzyılın
başlarında, J. G. Fichte, «Alman Ulusuna Söylev»inde,
Almanların «ırk saflığını» en çok
korumuş ulus olduğunu ileri sürüyor ve Alman karakterinin
erdemlerini sayıyordu17. Bu düşünce XIX.
yüzyıl ortalarında büyük mesafeler kazandı : Germen
aşiret şefleri ilâhlaştırıldı; Arminius'ün
anısına abideler dikildi, Siegfried'in Niebelungen'e
zaferi üzerine şarkılar, operalar bestelendi. Aynı
tarihlerde bir Fransız diplomat ve edebiyatçısı
«Irkların Eşitsizliği Üzerine Deneme»sinde, beyaz
ırkın en asil kolu olan Aryanları övüyor ve bunların
kökenini arıyordu18. Gobineau, eserlerinin
edebi niteliği dolayısıyla çok yaygın bir kitleye
ulaşmış ve «ırkçılığın babası»
sayılmıştır. Oysa aslında ırkçılık
bilim adamları tarafından geliştiriliyordu. Gobineau
gibi yazarlar, bu gibi fikirlerin yayılmasına hizmet
etmişlerdi. Ayrıca belirtelim ki, Gobineau kendine özgü ve üstün
ırkın geleceği açısından kötümser yorumlar
getirmiştir. Bununla beraber, çok popüler olmuş ve Fransız
olmasına rağmen, eserleri en çok Almanya'da okunmuştur.
Gobineau'nun
«aryan» teorisinin XIX. yüzyıl sonlarında «pangermen» doktrini
adı altında nasıl
yaygınlaştığını19 ve bu teorinin desteğiyle,
junkerlerin ve bankerlerin nasıl dünyayı paylaşmaya
kalktıklarını anlatmak, konumuz içinde bulunmuyor. Ne var
ki, Birinci Dünya Savaşı'nda bu fikirler yenilmekle beraber, çok
geçmeden Nazi doktrini olarak çok daha
kaba bir biçimde yeniden iktidara gelmişlerdir. Nazizm
konusuna ilerde tekrar döneceğim. Şimdi aryan
ırkçılığının «bilimsel» temelleri üzerinde
bazı bilgiler vermek istiyorum.
İnsanların
fizikî özelliklerinden (kafatası, renk, vs.) hareket eden
ırkçılık, nasıl bilime dayanma iddiasında idiyse,
Batı halklarının kökenini arayan ırkçılık da
bilimsel bir taban aramıştır. Tarih
araştırmalarının böyle bir öncü ırkı ortaya
koyamaması, ilgi sahasını dilbilim
çalışmalarına yöneltmiştir. Daha XVIII.
yüzyılın sonlarında İngiliz filologu W. Jones,
Batı dillerini yapısal olarak
karşılaştırıyor ve bunların kökenini en eski
hint dili olan Sanskritçe'de buluyordu20.
Daha sonra Alman filologu F. Bopp ve başka birçok dilbilgini bu
çalışmaları geliştirmiş ve mukayeseli dil
çalışmaları «dil grupları»nın ortaya
çıkmasına yol açmıştır. Bunlardan Batı
uluslarının dilleri «Hint-Avrupa» dilleri olarak
tanımlanmış ve bu sıfat, bazı alt-gruplarla
birlikte, Batı uygarlığının kültürel temeli olarak
kabul edilmiştir. Bu grubun dışında Ural-Altay,
semitik vb, gibi başka dil grupları da saptanmış ve bu
konularda son derece zengin bir edebiyat ortaya çıkmıştır.
Ancak bu çalışmalar doğrudan doğruya «üstün bir
ırk»ı ortaya koymuyor; sadece bu yönde spekülasyonlara ortam
hazırlıyordu. Irkçı gözlemler, bilimsel verilerin
yokluğunda, efsaneler ve destanlarla beslenmiş ve «aryan
fantazmı» böylece ortaya çıkmıştır21.
Şimdi
bu yarı-bilimsel, fakat daha çok ideolojik gelişmenin, Türkleri
nasıl gördüğünü saptamaya çalışalım. Üstün
ırk sayılan «aryan»larla ilgili çalışmalar iki noktada
toplanıyordu. Bu «ırk»ın ilk yurdu neresiydi? Ve
karşılaştırmalı dilbiliminin verilerine göre
nasıl gelişmiş ve kollara ayrılmıştı?
Gobineau, aryanların ilk beşiği olarak Orta Asya'yı,
Hazar Denizi ile Altay dağları arasındaki bölgeyi ve
«Turan»ı işaret ediyordu. Ancak şunu da
hatırlatıyordu: «Turan denilen ülkede, en eski çağlarda,
sanılanın aksine sadece sarı ırktan değil, aryan
halklar da oturuyordu»22. Kısaca Gobbeau
Türkleri sarı ırktan sayıyor ve onlarla ilgili farklı
düzeyde fikirler geliştiriyordu. Gobineau'ya göre, dört
yüzyıl içinde Osmanlı Türkleri, devşirme usulü ve köle
ticareti yoluyla son derece karışmış ve beyaz ırka
özgü bir görünüm kazanmıştı23.
Tanınmış
İngiliz dilbilimcisi A. H. Sayce, bu konuda değişik
fikirler ileri sürdü. Mezopotamya uygarlıkları uzmanı olan
bu yazar, 1874'te yayımlanan eserinde, dil yapılarından
hareketle Fırat ile Dicle arasında kurulan en eski
uygarlığın «Turan» ırkının eseri
olduğunu ileri sürüyor, Sümerce ile bu diller arasında
benzerlikler buluyor ve giderek Avrupa'da en eski halkın
Turan'lar olabileceği tezini ortaya atıyordu24.
Başka birçok filolog tarafından da paylaşılan
Sayce'ın bu tezi, karşılaştırmalı dilbilim
çalışmalarının ırkçılık
açısından çıkmazını gözler önüne sermektedir.
Çünkü dil araştırmaları, uygarlık tarihine,
uygarlık tarihi ise Sümerlere götürüyordu. Oysa Sümer dili Hint-Avrupa
dil grubundan değildi ve sonuç olarak Sümerlerin de aryan
olmaları söz konusu olamazdı25. Bu durum ırkçı
ideolojinin gelişimini önlemedi. Sadece onu ciddi
araştırmalardan daha da uzaklaştırdı. Almanya'da
Nazi doktrini halinde ortaya çıktığı zaman, tam bir
hezeyan halini almıştı.
Bu
makale çerçevesinde Nazi ideolojisini bütün yönleriyle anlatmak elbette söz
konusu değildir. Fakat onun, Türkleri yakından ilgilendiren iki
özelliğine dikkati çekeceğim. Bunlardan birincisi, Nazizmin
sadece Almanya adına geliştirilmiş bir doktrin
olmayıp, tüm Batı adına geliştirilmiş bir ideolojisi
olmasıdır. Gerçekten Nazizme göre, Batı
uygarlığı ırk temeline dayanılarak yüceltiliyor
ve Almanlar da bu ırkın en saf kolunu teşkil ediyordu.
Diğer Batılı uluslar, aryan ırkının
karışmış ve bozulmuş dalları idiler. Daha
önce de belirttiğim gibi, aryan teorisinin gelişmesinde Almanlar
kadar Alman olmayan yazarlar da rol oynamış, hattâ İngiliz
asıllı H. S. Chamberlain gibi, ırkçı fikirleri
yüzünden Almanlığı seçen yazarlar da
çıkmıştır26. Fransa'da da
ırkçılığın kurucusu G. Vacher de Lapouge, «aryan»
ırkını övmüştür27. Kısacası Nazi
rejimine temel teşkil eden fikirler Avrupa'da doğmuş,
Avrupa'da yayılmış ve ancak birtakım özgül nedenlerle
Almanya'da iktidara gelmiştir.
Nazizmin
ikinci özelliği, bu söylediklerimizin sonucu olarak ortaya
çıkmaktadır ve şöyle özetlenebilir : Irk temeline dayanan
Batı uygarlığı bir yandan Yahudilerin, öte yandan da
Bolşevizmin tehdidi altındadır ve bu tehlikelerin bertaraf
edilmeleri gerekir. Nazizmin Yahudilere karşı tutumu ve bunun
trajik sonuçları herkes tarafından biliniyor. Bu konuda bizim
söyleyebileceğimiz yeni birşey yoktur. Buna
karşılık Nazilerin, Bolşevik
düşmanlığını ırkçı temellere
dayandırması ve meşrulaştırması, üzerinde
fazla durulmamış bir konudur. Aslında Sovyetler Birliği
gerek enternasyonalist felsefesi, gerek sosyal sistemi itibariyle,
Nazilerin dünya egemenliği özlemine büyük bir engel teşkil
ediyordu. Fakat Naziler Rus halkını, komünist olmaktan önce,
karışmış ve melezleşmiş bir ırk olmakla;
daha açık bir ifadeyle Moğol, Tatar ve Türk kanı
taşımakla suçlamışlardır. Öyle görünüyor ki,
onlar için böyle bir mantık sistemi daha tutarlı ve daha ikna
edici idi. Nazizmin bir numaralı teorisyeni A. Rosenberg, 1930'da
yayımlanan temel eserinde, Bolşevizmi «Moğolların
Kuzey kültürüne isyanı ve step özlemi» olarak tanımlıyor ve
Lenin'i bir komünist lider olmaktan önce, bir «Tatar-Kalmuk» bozuntusu
olmakla küçültüyordu28. Aynı fikirler, daha açık bir
biçimde, Nazizmin başka önde gelen bir teorisyeni ve Hitler'in
tarım bakanı R. Walter Darré tarafından işlendi. Walter
Darré' ye göre, «Bolşevizm, doktrininin temeli itibariyle, Marksizmin
Tatar fikirlerine uygulanması, başka bir deyişle
göçebeliğin modern bir biçimidir. Amacına varmak için
farklı araçlar kullanmakla beraber, Hunların, Macarların,
Tatarların, Türklerin Germen Avrupasına ebedi hücumlarından
hiçbir şekilde farklı değildir»29.
Görüldüğü gibi, Nazi teorisyenleri, Sovyet Rusya'ya ikinci bir
«Şark Meselesi» gibi yaklaşmışlar ve «ırk
karışımı» kanalıyla da bunu birinci «Şark
Meselesi»ne bağlamışlardır. Bununla beraber, Türkiye,
yaklaşan savaş açısından sahip olduğu büyük
stratejik önem dolayısıyla, sistematik bir kampanya konusu
olmamış, hattâ bazı Alman türkologlar
Turancılığı övmüş ve Türkiye'de işbirlikçi
çevreler yaratmaya çalışmışlardır30.
Irkçılığın
Nazi doktrini biçiminde Almanya'da iktidara gelmesi, dünyayı
savaşa sürüklemesi ve işlediği cürümler,
ırkçılık tarihinde yeni bir dönemin açılmasına yol
açmıştır. O zamana kadar kendisine az çok «bilimsel» bir
görüntü vermeye çalışan ırkçılık, bütün
iğrençliği ile ortaya çıkmış ve tüm
itibarını kaybetmiştir31.
Âlimler, İdeologlar Ve Türkologlar
Daha
önceki sayfalarda anlattıklarımın ortaya koyduğu gibi,
ırk konusundaki araştırmalarda daima iki türlü kaygı
bir arada bulunmuştur : Bilimsel kaygı ve ideolojik kaygı.
Bilim adamları, doğa kanunlarını izleyerek, şu
soruları sormuşlardır: İnsanlar biyolojik özelliklerine
dayanılarak ırklara ayrılabilirler mi? Eğer
ayrılabilirlerse hangi ırklar vardır? Irklar eşit
midirler? Tarihte uygarlıklarla ırklar arasında bir
ilişki kurulabilir mi? Bu sorulara araştırıcılar
hiçbir zaman kesin cevap verememişler, daha ziyade varsayım
niteliği taşıyan tezler geliştirmişlerdir. Buna
karşılık, ideologlar, belli bir inancı, bilimsel bir
kisve altında kabul ettirmeye ve yaymaya
çalışmışlardır. Bu inanç şudur Batı uygarlığının
üstünlüğü, birtakım coğrafî koşulların ve tarihi
rastlantıların sonucu değil,
fakat tayin edici biyolojik özelliklerin
sonucudur. Yani Batılılar ırk itibariyle üstün
oldukları için, uygarlıkta da üstün olmuşlardır. Bu
tez, edebiyat, şiir ve müzikle karışık bir halde
geniş bir yayılma alanı bulmuş ve giderek
Batılı olmayan insanların da —farkına varmadan—
kafalarına yerleşmiştir.
Okuyucularım
farketmişlerdir ki, bu yazı çerçevesinde, bizde pek bilinmeyen
birçok yazar ve eser ismi zikretmiş bulunuyorum. Aslında
bu konulardaki edebiyat, elbette
burada aktardıklarımızdan kıyaslanamayacak
kadar fazladır. Sadece en önemlilerini
aktarmakla yetindim. Zamanlarında çok
önemli isimler olan bu yazarların
çoğu, bugün Avrupa'da bile
tamamen unutulmuşlardır. Ne
var ki, yazarların ve eserlerin
unutulmasına rağmen, ırkçı
önyargılar hâlâ yaşamasaydı ve bir çeşit kollektif
bilinçaltı meydana getirmeseydi, birtakım kitapların
kütüphane raflarından çıkarılması zahmete değmezdi.
Oysa ırkla ilgili tartışmalar ve ırkçı tezler,
XIX. yüzyıl düşüncesini ve ulusal hareketlerini derinden
etkilemişler ve acı faşizm deneyine rağmen, bu etkiler
günümüze kadar gelmiştir. Gerçekten, XIX. yüzyıl sonlarında
ırklar ve uluslarla ilgili tartışmaların, antropoloji
ve filoloji kanalıyla çok geniş bir alanı etkilediğini
görüyoruz. Bu dönemde, örneğin Spencer'in ırkçı-evrimci
felsefesi, Fransa'da H. Taine'in kişiliğinde tarih analizlerine
temel teşkil ediyor; Gustave Le Bon'un sosyal - psikoloji analizleri
tüm dillere çevriliyordu. Bu fikir ortamı Osmanlı devletini ve
Türkleri «şarkiyatçılık» ve özellikle «Türkoloji»
kanalıyla etkilemiştir.
Osmanlı devletinin son döneminde ulusal
bilincin gelişmesi, başlangıçtan itibaren
şarkiyatçılığın bir dalı olarak gelişen
«Türkoloji»nin etkisi altında kalmıştır. Türkoloji ise,
XVII. yüzyılda Cizvit papazlarının
başlattığı Sinoloji (Çin araştırmaları)
disiplinine bağımlı olarak gelişmiştir. Gerçekten
Çin uygarlığı ile bilgilerin artışı ve Çin
kaynaklarının tanınması Orta Asya Türkleri ve
bunların tarihi ile ilgili birçok bilginin ortaya çıkmasına
yol açmıştı. İşte, kendisi de sinolog olan ve bu
konudaki bilgileri değerlendiren Deguignes, XVIII. yüzyıl
ortalarında eski Türklerle ilgili ilk eseri yazmıştır.
Deguignes ese inde Hiong-nou'lardan
başlayarak, daha sonra birçok eserde —yer yer düzeltilerek—
tekrarlanan bilgileri vermiştir. Deguignes, «zalim ve
acımasız»32
olarak nitelediği Türklerin, hangi isimler altında
anıldıklarını ve gelişmelerini anlatmış
ve Ergenekon destanının Çin kaynaklarına dayanan ilk versiyonunu
vermiştir33.
Deguignes'in eseri, Osmanlıların dikkatini yüz yıldan fazla
bir süre sonra çekecektir.
1822'de «Asya Derneği»ni (Societe Asiatique) kuran ve
1828' de Journal Asiatique'i çıkararak
şarkiyatçı çalışmalara hız kazandıran iki
âlim, J. Klaproth ve A. Rémusat, Türkoloji bakımından ayrı
bir önem taşıyorlardı. Bu yazarlar, çağdaş antropologların
Türkleri kafkas ırkından sayan tasniflerini kabul etmemekle
beraber, onları Moğollardan ve Tatarlardan da ayırıyorlardı.
Klaproth bu açıdan Ebülgazi Bahadır Han'ın «Şecere-i
Türk»ünde dahi, Türklerin «beyaz tatarlar» adı altında ayrı
ele alındığına dikkati çekmiştir34. A. Rémusat da Rus yazarların
Türkleri yanlış olarak Tatar saydığını ileri
sürmüş ve fizyolojik kriterlerle tamamlanması gereken dil
tasnifleri ileri sürmüştür35.
Türklerin kökeni ve Moğol - Tatar kavimleriyle ilişkileri, OsmanIı
imparatorluğunda da ilgi yaratan birtakım başka eserlerde
tekrar ele alınmıştır36. Fakat bu konuda en
popüler olan ve Osmanlı devletinde Türkçülüğün doğuşunu
en çok etkileyen eser, Leon Cahun'un 1896'da yayınlanan eseri
olmuştur.
Leon Cahun gerçek anlamıyla bir Türkolog
değildi. Fransız kaynakları da kendisini «edebiyatçı»
olarak tanımlamaktadır37. Eserinin etkisinin
büyüklüğünde, herhalde orijinalliğinden çok, üslûbu ve
yayınlanma zamanı rol oynamıştır. Gerçekten XIX.
yüzyıl sonlarında Türkçülüğün, kültürel plandan politik bir
hareket haline dönüşmesi için ortamın hazır olduğu
görülüyor. Ziya Gökalp Türkçülüğün
Esasları'nda Türkçülük tarihini anlatırken, Leon Cahun'ün
eseri hakkında şunları yazmaktadır : «1896' da
İstanbul'a geldiğim zaman, ilk aldığım
kitap, Leon Cahun'un tarihi olmuştu. Bu kitap adeta pan-türkizm
mefkûresini teşvik etmek üzere yazılmış gibidir»38. Avrupa'daki
Osmanlı muhalefeti ile uzun temasları olan ve onları
etkilemeye çalışan L. Cahun'un siyasal bir misyonu var
mıydı? Bu dikkatle incelenmesi gereken bir konudur. Elimizde bu
konuyla ilgili somut bilgiler bulunmuyor. Fakat sadece eserinin incelenmesi
ve Türkçülügün doğuşundaki etkisinin ortaya konulması dahi,
herhalde bir miktar düşündürücü ve aydınlatıcı
olacaktır.
Leon Cahun'un eseri sadece eski Türkler
hakkında bilgi veren bir eser değildir. Yazar, aynı zamanda
değerlendirmeler yapmakta, hükümler vermekte ve adeta yön
göstermektedir. Cahun, Türkleri İslâm öncesi ve İslâm
sonrası olmak üzere iki dönemde incelemekte ve Türklerle ilgili olarak
pek de olumlu şeyler düşünmemektedir. Yazara göre Türkler ve
Moğollar, bir uygarlık yaratmaktan ziyade, Çin ve İran uygarlıkları
arasında aracılık yapmışlar ve amaçları
bunlardan hemen yararlanmak olduğu için, bu uygarlıkları
bile tam olarak benimseyememişlerdir39.
Biyolojik anlamda ırkçılığın
saçmalığına değinen yazar, yine de yer yer bir «Türk
karakteri» çizmekten kendini alamamıştır. Buna göre Türkler,
kafa değil gönül insanlarıdır. «Türkler, anlayış
bakımından, insanlar içinde sonuncudur... İnanmaktan daha
fazlasını istemezler ve anlamaya hiç çalışmazlar»40
Yazar Türklerin bu manevi özellikleri dışında, fizik
özellikleri ile ilgili olarak da bazı olumsuz bilgiler verdikten
sonra, şunları yazmaktadır : «Hunlar, Türkler,
Moğollar, ince ve uzun Avrupalılara korkunç ve şekilsiz
cüceler gibi görünüyorlardı»41. Bu satırların
yazarının, Türkçülüğün kuruluşunda ilk plânda adı
geçen bir şahsiyet oluşu bugün şaşırtıcı
görülebilir. Fakat unutmayalım ki, ulusçuluğun yeni
doğduğu bir dönemde, bu gibi âdeta kendine karşı
ırkçı fikirler Osmanlılar arasında bile
yaygındı. Ziya Gökalp, «Türklüğün Başına
Gelenler»i anlatırken, bu konuda çeşitli örnekler verir42.
Bu yüzden İstanbul’lu Türkçüler, Cahun'un eserinin daha çok «olumlu»
yönleri üzerinde durmuşlardır. Bu, «olumlu» yönler nelerdir?
L. Cahun, anlama kapasitesi ve uygarlık yeteneği
bakımından Türkleri küçük görmekle beraber; onların
«savaşçı ruhlarını», «cesaret, itaat, doğruluk,
aklıselim» gibi erdemlerini övmüş ve «dürüst idareciler,
kararlı yöneticiler oldular»43 diye ilave etmiştir.
Yazara göre, «.., Ordu, gerçek Türk için, şahıs haline
gelmiş ulustur»44. Ancak Türklerin İslâmın etkisi
altına girmesi, yazara göre, ulusal dehaları açısından
olumlu sonuçlar vermemiştir. Müslümanlıkla beraber «Türk,
farkına bile varmadan, Müslümanlaşmış Asya'nın,
Hıristiyan Avrupa'ya karşı temsilcisi oldu. Herkesten
yürekli, herkesten inatçı, ırklarından gurur duyan bu
insanlar, arzu ve enerjilerini, yabancıların hizmetinde,
tesadüflere ve maceralara bağlı bir şekilde harcadılar»
45.
L. Cahun, şu önemli gözlemi de ilâve ediyor :«Araplar silahla
Türklerin hakkından gelemediler. Çok iyi bildikleri bir yönteme, iftiraya
başvurdular»46. L. Cahun'un fikirlerinin önemi ve Türkçülere
mesajı burada yatmaktadır. Yazara göre, Müslümanlık gerçek
Türk dehasına ters düşmüştü. Selçuklulardan itibaren Türkler
bozulmaya başlamıştır. Türkler, özellikle İran
devlet gelenekleri etkisine kapılmış ve «İslâm bu
yarı - Çinlilerden [Türkler kastediliyor - T.T.] çok katı
İranlılar oluşturmuştur»47. Yazar, Nizamülmülk'ün Siyasetname'sinde
ifadesini bulan bozuluş sürecini, iki önemli madde halinde,
açıklamaktadır: Dinin (hayatta) çok yer kaplaması ve
kadınların, eski Türklerde olan yüce yerini kaybetmesi48.
Bu konuda Siyasetname'nin karşıtı olarak Kutadgu
Bilig'i ele almakta ve gerçek Türk ruhunun örneklerini oradan
vermektedir.
L. Cahun bu fikri çok sistemli bir biçimde
geliştirmemiştir. Ancak mesajı son derece açıktır
ve Türkçülere «gerçek Türk ruhu»nun İslâm'ın
dışında, Orta Asya'da olduğunu söylemektedir.
Osmanlı devletinin son döneminde,
Türkçüleri etkileyen başka bir şarkiyatçı da, Yahudi
asıllı bir Macar olan ve Osmanlı devletinde uzun yıllar
geçiren A. Vambéry'dir. Vambéry de, L. Cahun gibi, Orta Asya Türklerine
büyük bir ilgi duymuş, Ruslara karşı İngiliz
çıkarlarını savunmuş ve bu amaçla, sahte bir derviş
kıyafetiyle Orta Asya'ya seyahatler yapmış ve Türklerle
ilgili bir sürü bilgi toplamıştır49. Türkçe
ile Macarcanın ilişkisine ilk defa dikkati çeken bu yazar,
Yahudi davasını da desteklemiş ve Siyonizmin kurucusu
Theodore Herzl'i 1901'de Abdülhamid'le görüştürmüştür50. Bu
karmaşık şahsiyetin Osmanlı devletindeki rolünü ortaya
koyacak bir monografi de, yakın tarihimiz için çok
aydınlatıcı olmalıdır.
Türkologların
Türkleri nasıl inceledikleri , ne
gibi sorular sordukları veya değerlendirmeler yaptıkları
konusundaki bu özeti, son bir noktayı belirterek tamamlamak istiyorum.
XIX,
yüzyılda, Türklerin Çin kaynaklarından çıkarılan
kökenleriyle ilgili bilgiler egemen görüş haline gelene kadar, Osmanlı tarihini yazan
şarkiyatçılar, daha ziyade Osmanlı, İran, Arap ve Grek
kaynaklarına eğiliyorlardı. XVIII. yüzyılda
Batı’da çok ilgi uyandıran Dimitri Kantemir'in
eserinde de bunu görüyoruz51. Kantemir'in
eserini beğenmeyen Hammer de, meşhur eserinde aynı yolu
izlemiştir. Buna karşılık, Hammer'den sonra
Osmanlı tarihini yazan W. Zinkeisen'in bu konularda Çin
kaynaklarını aktaran Türkologlara dayandığını
görüyoruz: Klaproth, Rémusat ve Deguignes gibi52 ... Bu .yaklaşım,
giderek Türk tarihçilerinin de benimsediği egemen görüş haline
gelmiştir.
Osmanlı, Türk ve Türkçü
Osmanlı dünya görüşünde
«ırk» ve «ulus» kavramları yoktu. Emevîler devrinde Araplarda
olduğu gibi, Arap kökenli olmayan Müslümanları «Mevali» sıfatı ile küçülten
bir ayrım, Osmanlılara yabancı idi53.
Şer'î ilimlerden ve yardımcı disiplinlerden oluşan
kapalı bir manevî dünya, Osmanlı düzeninde XIX. yüzyıl
ikinci yarısına kadar egemen olmuştur. Osmanlılarda tarih
anlayışı, silsilenameler şeklinde hikâye edilen kutsal
bir tarihti. Bu anlayış içinde şecerelerini Hazreti Nuh'un
oğlu Yasef'e kadar götürüyorlardı54. Modern
çağların ırk ve ulus tartışmaları içinde
Hazreti Nuh'un üç oğlu, ayrı üç ırkın ataları
haline geldiler. Ham (ve hamiler) siyahları; Sam (ve samîler)
semitleri; Yafes ise beyazları temsil eder oldular. Böylece
Osmanlılar, âdeta farkına varmadan, kendilerini
Batılılarla birleştirmişlerdir. Osmanlılarda
Kutsal Tarihi, vakanüvisler, çağlarının somut kro nikleri
ile devam ettiriyorlardı. Bu anlatım içinde «Türk»
sıfatı, daha çok köylüler ve Türkmen aşiretleri için
kullanılan ve çoğu kez yanına «kaba», «cahil» gibi küçültücü
sözcükler ilave edilen bir sıfattı. Hıristiyan ve Yahudi
toplulukları için kullanılan «millet» kelimesi ise, modern ulus
anlamına değil, dini cemaat anlamına geliyordu.
Osmanlılarda «kimlik sorunu»nun ortaya
çıkışı, XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren
Osmanlı düzeninin varlığını devam ettirebilmekte
karşılaştığı ciddi sorunlarla ilgilidir.
Osmanlıların savaşlarda yenilmeye ve
bağımsızlıklarını kaybetmeye
başladıkları dönemde, bünyelerindeki «millet»ler de,
Batı'daki ulusal hareketlerin etkisiyle kıpırdamaya
başlamışlardı. Osmanlı bütünlüğü
açısından tehlikeli olan bu hareketleri, Osmanlılar
kısmen baskı ile, kısmen de bazı «reform»larla önlemeye
çalışmışlardır. Bununla beraber, aynı
zamanda, Osmanlıların etnik kökeni ile ilgili bir düşünce
süreci de başlamıştır. Biraz önce değindiğim
bölücü niteliği dolayıcıyla, uzun süre siyasal akım
haline gelemeyen bu eğilim, «Türklerin aslı», «Türklerin
tarihi», «Türklerin dili» gibi sorunlar etrafında
yoğunlaşmıştır. Gerçekten yüzyıllık bir
süreden beri «Türklerin tarihi»ni yazmaya çalışıyoruz ve
«Türklerin aslı»nı araştırıyoruz. Aslında
sorunun bu biçimde konulmuş olması, kendi irademiz ve
seçeneklerimiz dışında belli cevapları da beraberinde
getirmiştir. Çünkü bu yaklaşım biçimi, daha önce
sorulması gereken temel bir soruyu hasıraltı etmiştir.
O da XIX. yüzyılda kendini «Osmanlı» ve «Müslüman» olarak
tanımlayan bir topluluğun, ne gibi somut koşullarda ve
ideolojik ortamda Türk olmayı seçtiği ve Türkleşmeyi
benimsediğidir. Eğer felsefî bir terim kullanmak gerekirse,
Türklüğün fenomenolojisidir: Türklüğe temel teşkil eden
somut toplum tabanıyla, Türk olma bilinci arasındaki
ilişkinin, özgül koşulların da değerlendirilmesi
yapılarak, ortaya konulmasıdır. Bu
yapılmadığı sürece, «Türklerin tarihi» sadece etnik
açıdan yazılmaya mahkûmdur ve bu tarihe verilecek «değerler»
de, yarattığımız değerler değil,
Batı ideolojisinin ona atfettiği değerler olacaktır.
Osmanlılar, «kimlik sorunu» üzerinde
düşünmeye başladıkları zaman, kültürlerinde bu konuda
kendilerine yardımcı olabilecek düşünce araçları
yoktu. Oysa Batı, kütüphane ve kataloglarıyla, bilimsel dernek ve
kurumlarıyla, uzmanlaşmış yayınlarıyla bütün
dünyaya egemen olacak bir düşünce arsenali yaratmıştı.
Sosyo-ekonomik azgelişmişlikle birarada giden kültürel bir
azgelişmişlik içinde bulunan Osmanlı aydınları, bu
kültür kıtasında düşünmeye başladılar. Eğer
sabırlı bir çalışma ile Batı kültürünü
özümleyebilseler ve buna kritik bir biçimde bakabilselerdi, sorun çok daha
ileri bir çözüme kavuşabilirdi. Oysa, bunun önkoşulları
yoktu. Osmanlı aydınları devletten bağımsız
değildiler ve hepsinin de ortak amacı «devleti kurtarmak» idi.
Bu yüzden Batı düşüncesine selektif bir biçimde ve savunma
içgüdüsüyle baktılar.
Osmanlı devletinde Türkçü hareketi
başlatanlar kısmen Batı'daki antropoloji ve filoloji
çalışmalarından yararlandılar; fakat daha ziyade
Türkoloji araştırmalarına dayandılar. Daha 1869'da,
Mustafa Celâleddin Paşa, Eski ve Yeni Türkler başlıklı
eserinde, filolojik verilere dayanarak, Türklerin «Turo - Aryan«(!) bir
ırk olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu55.
M. Celâleddin Paşa'nın bu konularda sağlam bir formasyonu
yoktu ve tezi ikna edici değildi. Yusuf Akçura, eserin, «şöyle
böyle Avrupa metotları kullanılarak... Avrupa kaynaklarından
alınıp..»56 yazılmasını,
yine de övgüye değer bulmuştur.
Celâleddin Paşa'nın
yaklaşımı, Türk aydınları arasında fazla
taraftar bulmadı. Son dönem Osmanlı tarihçilerinde aryan-turan
sentezi konusunda bir çaba göremiyoruz. Mizancı Murat efendi dahi,. eserinde
«Türk cinsi, Hint - Avrupa eczasından biridir»57 diye
yazdığı halde, Türkleri Moğollarla birlikte ele
alıyordu. Gerçekten Türkçülüğün doğuşuna daha ziyade
Türkologlar egemen oldular.
Ziya Gökalp, Türkçülüğün
Esasları'nda, Türkçülüğün ilk döneminde Deguignes'in önemini
belirtir ve bu akımın kurucularından Süleyman Paşa
için şunları yazar : «...Memleketimizde ilk defa olarak Çin
menbalarına istinaden Türk tarihi yazan Süleyman Paşa, bu eserde
bilhassa Deguignes'i mehaz eylemiştir»58. Ancak Türkçülüğü
asıl etkileyen eser, yüzyılın sonuna doğru
yayınlanan L. Cahun'un eseridir. Eser hemen Necib Asım
tarafından Türkçeye çevrilmiş ve hakkında Osmanlı
basınında övgüler çıkmaya başlamıştır.
Cahun'un eseri hakkında daha önce bilgi verdim. Türkler hakkında
epeyce ağır yargılar veren59 ve ciddi bir Türkolog
tarafından «roman gibi»60 diye nitelenen bu eserin
başarı sırrı nerededir? Buna cevabı, Türkçü
hareketin tümüyle değerlendirilmesi içinde arayalım.
Osmanlı son döneminde, ulusal bir bilinç
yaratma konusundaki fikir çabalarına bakarsak, bunların
Batı'da aynı konulardaki kültürel ürünlere göre hazin bir
fakirlik içinde olduklarını görürüz. Osmanlı
aydınları bu dönemde Batı kültürünün üstünlüğünü kabul
etmelerine ve Batı dillerini bilmelerine rağmen, bu kültüre
üniversalist bir biçimde yaklaşamamışlar, savunma kompleksi
ile hareket etmişler ve farkına varmadan Batının en
kötü ideolojisinin etki alanına düşmüşlerdir. Cahun'da temel
ilkeleri bulunan bu Türkçülük, siyasal program halini alarak Alman
pan-germen hareketinin bir aracı olmuş; Parvus gibi Alman
militarizminin ajanları Türkçülere yol göstermişler61.
Osmanlı ordusu Alman komutanlara teslim edilmiştir. Bunun
dışında, Osmanlı son döneminde aldığı
biçimiyle Türkçülük, Türk tarihine de yanlış bir yaklaşım
getirmiştir. Türklerin tarihte ulaştıkları en uygar
seviye, beğenelim veya beğenmeyelim, XV. - XVIII.
yüzyılları arası Osmanlı devleti olduğu halde,
gözler eski Türk tarihine çevrilmiş ve saf bir Türk
uygarlığı aranmaya başlanmıştır. Bir
kısım Batı ideologlarının cevabı bile
gerektiremeyecek ırkçı yargıları ciddiye
alınmış ve bunların çürütülmesi için kalemler seferber
olmuştur. Osmanlı yıkılış döneminin
yarattığı siyasal sorunlar içinde, aynı yaklaşım,
İslâma ve Araba karşı kuşku, güvensizlik ve hattâ
düşmanlık yaratmış ve böylece hem kendi tarihimizle hem
de yaşadığımız bölgeyle bağlantıyı
koparan bir süreç başlamıştır.
Burada şu soru sorulabilir : Her ülkede
böyle «romantik» bir dönem olmamış mıdır? Bu
yaklaşım tarihî evrimin zorunlu bir aşaması değil
midir?. Ayrıca tarihi kökenleriınizle ilgili bilgilerimizi
artırarak yararlı olmamış mıdır?
Cevaplara sonuncu sorudan başlayalım.
Türkçü hareket, eski Türklerle ilgili bilgileri Çin kaynakları ile
takviye etmişse de, o döneme çok büyük bir ışık tutmamıştır.
Bu husus eski Türk toplumlarının niteliklerinden doğan bir
güçlükten kaynaklanıyor. Kendi tarihlerini yazmayan,
uygarlıklarının bol miktarda nesnel ürünlerini geriye
bırakmayan ulusların tarihini, başka ulusların tarihine
dayanarak yazmak güçtür. Bu yüzden Orta Asya tarihimiz, efsaneler ve
destanlarla karışık bir biçimde bilinmeye devam
etmiştir. Ziya Gökalp, meşhur Turan şiirinde, «İlim
için müphem kalan Oğuz Hanı, kalbim tanır tamamiyle»62
diyordu. Oysa birçok tarihçi, efsaneleri bilimsel gerçeklermiş gibi
aktarmışlardır.
Romantizmin zorunlu bir dönem olduğuna
gelince, burada şu gerçeği gözden uzak tutmamak gerekir :
Batı romantizminin aksine, Türk ulusçuluğunun romantik
safhası, yerli bir kültür ürünü olmamıştır. Batının,
uluslararası buhran koşullarında, politik amaçlarla
Osmanlı aydınlarına şırınga ettiği bir
programdır. Bu politik programı ve bunun iletiliş
mekanizmasını, bugün bile bütün yönleriyle ortaya
çıkarmış değiliz. Fakat biliyoruz ki, «yönetici ulus»,
«asker ulus» diye Türkleri övenler (!) ve onlara Orta Asya'yı
gösterenler, aynı zamanda Türkleri «anlayışı kıt»,
«uygarlığa yeteneksiz» olarak görüyorlardı. Bizim
romantiklerimiz, bunların fikirlerini —ve tabii sansür ederek—
almışlar ve «asker ulus»la övünmüşlerdir63
Bu konuda, tarihi fırsatı
kaçırılmış olan, fakat yine de güncelliğini
koruyan doğru yaklaşımı saptamak için, Batıya
bakmak gerekir.
Modern ırkçılığı
yaratan Avrupa, antropoloji, filoloji, arkeoloji gibi yine kendi kültür
ürünü olan disiplinlerle kendi tarihini incelemiştir. Irkla ilgili
araştırmalar, Avrupa uygarlığına bir ırk
temeli sağlayamamış, Batılı ulusların son
derece karışmış bir etnik tabana sahip olduğu
ortaya çıkmıştır. Irkçılık herşeye
rağmen devam etmişse de, egemen görüş olamamış ve
ciddî bir şekilde eleştirilmemiştir64. Bunun
istisnasını teşkil eden Nazi Almanya'sında,
ırkçı fikirler, manevi güçlerinden değil, özgül siyasal ve
ekonomik koşullardan kaynaklanan bir zafer
kazanmışlardır. Irkla ilgili çalışmalar yapan
birçok antropolog ve filozof, Avrupa uluslarını nasıl bir
etnik sentez ürünü olarak görüyorsa, Türkleri de öyle görmüşlerdir.
Irk temeli bulamayan Batı, kendi uygarlığını
«kültür» temelinde savunmaya başlamış ve diğer
uygarlıklarla farkını orada görmüştür. Gerçekten XVIII.
yüzyılda, bir yandan ırkçılık icad edilirken, öte
yandan da «halk egemenliği», «kuvvetler ayrımı» ve «fikir
özgürlüğü» gibi ilkeler geliştiriliyordu. Batı, egemen
düşünce olarak Doğu'yu, düşük bir ırka mensup
olduğu için değil, halk egemenliğine
dayanmadığı, özgür olmadığı, kısaca
«despotik» olduğu için eleştirmiştir. Elbette bu
düşünce her zaman objektif ve dürüst bir şekilde ifade
edilmemiştir. Fakat, Batı'nın resmi felsefesi bu
olmuştur. İşte Osmanlı aydınları, kendilerine
bu felsefeyi muhatap alarak, Osmanlı toplumunu demokrasi ve
özgürlük açısından eleştireceklerine,
ırkçıları muhatap almışlar ve tarihte Türklerin,
her türlü etkinin dışında; birçok uygarlıklar
kurduklarını kanıtlamaya
çalışmışlardır. Bunun çeşitli nedenleri
vardır ve bu makalenin konusuna girmeyen birtakım sosyo-ekonomik
etkenlerle, Osmanlı aydını devletten bağımsız
hareket edememiş, Kapı-Kulu olmuş ve muhalefeti de
hemen daima yönetici zümre içinde «hizip muhalefeti» olmuştur.
Kemalizm ve Yeni
Arayışlar
Osmanlı devletinin çöküşü ve Türk
ulusunun bağımsızlık kavgasına girişi, ulusal
bilinç ve kimlik sorunu konusunda yepyeni koşullar yarattı. Yeni
imparatorluk hayalleri ile birlikte, «yönetici ulus» saplantıları
da savrulup gitmiş ve onların yerini «mazlum ulus» bilinci
almıştı. Gerçekten Millî Kurtuluş Savaşı
önderinin, Türk ulusunu dünya kamuoyuna «mazlum ulus» olarak takdimi ve bu
sıfatla haklarının savunulacağının
ilanı, gerçek bir zihniyet değişikliğine yol açacak
bir kültür devrimi yaratabilirdi. Bunun için de, bu fikrin tutarlı
bir tarihi ve toplumsal analiz içine oturtulması ve savunulması
gerekti. Nitekim ulusal kurtuluş savaşı yıllarında
Atatürk bu analizin temellerini geliştiriyordu.
Türk ulusunu «mazlum ulus» olarak ortaya
koyunca, ona zulmedenleri de ortaya çıkarmak gerekti. Atatürk bunları,
birbiriyle ittifak halinde iç ve dış güçler olmak üzere iki
başlık altında görüyordu. Dış güçler, ulusal
bağımsızlık savaşını boğmak ve
Türkiye'yi yoketmek isteyen emperyalizmdi. Bu konu son derece
açıktı ve herkesin gözlerinin önünde serili olan bir durumun
ifadesiydi. Buna karşılık iç güçler hangileriydi? Atatürk
bu konudaki görüşlerini, Türk tarih anlayışında bir
devrim ifade edecek biçimde, İzmir İktisat Kongresini
açış konuşmasında dile getirdi. Bu
konuşmasında Atatürk, Osmanlı devletinin çöküş
nedenlerini açıkladıktan sonra şunları söylüyordu :
«Milletin düçar olduğu bu hazin hal ve sefaletin esbabını
arayacak olursak doğrudan doğruya Devlet mefhumunda buluruz»65.
Demek ki, iç zulmedici kuvvet de bizzat Osmanlı devleti idi. Atatürk
aynı konuşmada, Osmanlı devletinin
bağımsızlık sürecini nasıl kaybettiğini
anlatmıştır : «Tanzimat devrinden sonra ecnebi sermayesi
müstesna bir mevkie malikti. Devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin
jandarmalığından başka birşey
yapmamıştır» 66. Bunun
sonucu olarak da bağımsızlığını
kaybetmiştir. «Bir Devlet ki, kendi tebasına koyduğu vergiyi
ecnebilere koyamaz; bir Devlet ki, gümrükleri için rüsum muamelesi vesaire
hakkından menedilir; bir Devlet ki, ecnebiler üzerinde kaza hakkını
tatbikten mahrumdur. O Devlet'e müstakil denemez»67. Bu
fikirler, kurulmakta olan yeni devletin ancak «tam istiklâl» ilkesine
dayanacağını ifade etmektedir.
Atatürk'ün Osmanlı devletine
yönelttiği eleştiriler Tanzimat dönemiyle sınırlı
kalmamıştır. Osmanlı devletinin zulmedici niteliği,
«haşmet» devri için de geçerlidir. Başka bir konuşmasında
Atatürk, sultanların, ihtirasları uğruna halkı
nasıl peşlerinden diyar diyar sürüklediklerini anlatarak
şunları söyler: «Osmanlı tarihinde bütün gayretler, bütün
mesâi, milletin arzusu, emelleri ve hakiki ihtiyaçları noktai
nazarından değil, belki şunun bunun hususi emellerini,
ihtiraslarını tatmin noktai nazarından vukubulmuştur»68.
Osmanlı tarihi ise, halk açısından, gerçekçi bir biçimde
yazılacağına, sultanlar ve yönetici zümreler açısından
yazılmıştır: «Osmanlı tarihi, baştan
nihayetine kadar hakanların, şahısların, en nihayet
zümrelerin hal ve hareketini kaydeden bir destandan başka birşey
değildir»69. Günümüzde Osmanlı
tarihçiliğinin, hâlâ büyük ölçüde Osmanlı kaynaklarını
deşifre etmek ve aktarmak olduğu düşünülürse, bu
görüşlerin çağının ne kadar ilerisinde bulunduğu
inkâr edilebilir mi?
Bu görüşleri bugün Kemalizmin ifadesi
olarak ifade edebilir miyiz? Bunu iddia etmek zordur. Bu görüşler
Kemalizmin ilk aşamasının, Ulusal Kurtuluş
Savaşının felsefesidir. Ulusun bir yandan emperyalizmle, öte
yandan da onun yerli ortaklarıyla, yani Osmanlı devletiyle hayat
kavgası verdiği bir sırada, başka türlü bir lisan zaten
kullanılamazdı. Ne var ki, Cumhuriyetin ilânından sonra bu
görüşler giderek unutulmuş ve artık ne emperyalizmden, ne
«mazlum ulus»tan, ne de devlet aygıtının toplumsal
içeriğinden ve işlevinden söz edilir olmuştur. Kemalizmin
radikalizme giden «içtihat kapısı» kapanmıştır.
1930'larda Kadro'cular, 1960'larda Yön'cüler, bu kapıyı
—boşuna— zorlayacaklardır.
Cumhuriyet dönemine geçilirken Atatürk, «Yeni
Türkiye'-nin eski Türkiye ile hiçbir alâkası yoktur. Osmanlı
Hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye
doğmuştur»70 diyordu. Bununla beraber, yeni yönetici
kadrolar, ulusçuluk konusunda geniş ölçüde savaş öncesi
yıllarının etkisi altındaydılar. Bu dönem fikir
hayatına damgasını vuran Ziya Gökalp, Cumhuriyetle birlikte
—büyük bir uyum kabiliyeti göstererek— Turancı hayallerini
terketmiş ve «(Türkçülük fikrine) resmiyet veren ve onu fiilen tatbik
eden ancak Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleridir»71 diyerek
Türkçülüğün programını yazmaya
başlamıştır Türkçülüğün tarihçisi Fuad Köprülü
ise, Batılı şarkiyatçıları imrendirecek
formasyonunu polemiksel bir biçimde kullanıyor ve Ortaçağ
uygarlığına özbeöz Türk katkılarını saptamaya
çalışıyordu. Kısacası Cumhuriyetin ilk
yıllarında, İttihatçı Türkçülüğü hâlâ etkindi.
Ergenekon destanları söyleniyor; bozkurt resmi taşıyan
pullar, banknotlar basılıyordu. 1930'da 257 şubesi olan Türk
Ocakları ise, savaş öncesi ideoloji ile savaş sonrası
ideoloji arasında bir halka teşkil ediyordu. Bununla beraber
1920'lerin sonunda, tarihi kökenimiz ve ulusal kimliğimiz konusunda
yeni bir görüşün ilk ifadelerine rastlıyoruz. Gerçekten 1929'da
Budapeşte'de bir konferans veren Reşid Safvet (Atabinen) Bey,
Atatürk'le Türkçülüğün «tam bilinç aşamasına» ulaştığını
ve Anadolu Türkleri için somut bir program halini aldığını
söylüyordu. Konferansçı, «artık bilimin kabul ettiği gibi»
Çin'de, Mısır'da, Mezopotamya'da vb. kurulan en eski uygarlıkların
temellerini Türklerin attığını ileri sürüyor ve bu
ulusun «bazı dejenere hanedanların» mirasına layık
olmadığını ilave ediyordu72.
Gerçekten bu fikirlerde, tarihteki yerimiz ve
ulusal kimliğimiz ile ilgili yeni bir görüşün ifadesini
buluyoruz. Bu görüş, Türk Ocaklarından, Türk Tarih Kurumuna
geçiş şeklinde örgütleniyor73 ve 1937'de toplanan
İkinci Türk Tarih Kongresinde bütün açıklığı ile
ifade ediliyordu. Prof. Afet İnan, en özlü bir biçimde, bu tezi
şöyle ifade etmiştir : «Dünyadaki yüksek kültürün ilk
beşiği Orta Asya'daki Türk ana yurtları ve o kültürü
kuranlar ve bütün dünyaya yayanlar da Türklerdir»74. Dilde
de «Güneş - Dil Teorisi» ile tamamlanan bu görüş ne gibi delillere
dayanıyordu?
Türk Tarih Tezi'ne yol açan varsayımlar,
daha önce özetlemiş olduğum, ırk ve dille ilgili
Batılı çalışmaların ürünü olarak ileri sürüldü.
Fakat bu çalışmalardan özellikle Eugene Pittard'ınki en
etkili oldu75.
1924'te yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetine Türklerin etnik kökenleriyle
uğraşmalarını öneren İsviçreli antropolog,
1931'de, Türk Tarih Kurumu'nun «Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti» adıyla
kurulduğu yılda, «Türkiye'nin Yeni Görünümü» isimli yeni bir
kitap yayınlıyordu. 1937'de toplanan İkinci Türk Tarih
Kongresine ise fahri başkan olarak katılıyordu.
E. Pittard, bu Kongreye sunduğu raporda,
eski bir tezi canlandırarak, neolitik devrimi yapan en eski bir
ırkla Anadolu halkı arasında bir ilişki kuruyor ve
Anadolu'yu tüm uygarlıkların kökeni olan «kutsal bir toprak»76
ilân ediyordu. Ancak, Pittard'ın tüm çalışmaları
değerlendirilirse, aslında Türk Tarih Tezi'nden farklı bir
şey söylediği görülür. İsviçreli antropolog, varsayım
olarak, Küçük Asya'da en eski bir uygarlığı yaratan bir
ırkın mevcudiyetine dikkati çekiyor ve bölge halkı için bir
sentez ve devamlılıktan söz ediyordu. Yani Pittard Sümerlerin ve
Hititlerin Türk olduklarından ziyade, bugün Anadolu'da yaşayan
Türklerin, kökeni Sümerlere ve Hititlere kadar giden, bir sentezin ürünü
olduğunu söylüyordu. Bölgede brakisefal kafa biçiminin ağır
basması, eski ve yeni halklar arasında ırk farkı
olmadığını ortaya kokuyordu. Pittard'ın
kafatası çalışmaları, bu tezi ikna edici bir biçimde
kanıtlayacak verilere ulaşamadı. Ancak Pittard'da
varsayım niteliğini aşmayan görüşler, Türk Tarih
Tezinde mutlak gerçek statüsüne kavuşturuldu. Prof. A. İnan,
Pittard'ın tezini, şu şekilde Türk tarihine uyguluyordu :
«Anadolu birçoklarının zannettiği gibi XI. asırdan
itibaren Türkleşmeye başlamış değildir. Anadolu
aynı etnik mevcudiyetine yeni elemanlarını, aynı
kökten kopan dalgalarla XI. asırda tazelemiştir. 1071 tarihi
İslâm olan Türklerin Anadolu kardeşlerine
kavuşmalarını gösterir»77. Bu haliyle, Türk Tarih
Tezi, birtakım ciddi antropologların desteğini kazanan78
ve Anadolu halkının etnik devamlılığını
ve sentezini savunan ilginç bir görüşe, İttihatçı
Türklüğü kılıfı giydirmiş ve tüm evrensel
uygarlığın başlangıçta Türkler tarafından
kurulduğunu iddia etmiştir. Ne Batı ve ne de —bir heyecan
dalgasından sonra— Türkiye'de fazla benimsenmeyen ve kısa bir
süre sonra zaten unutulan Tarih Tezini ve Güneş - Dil teorisini
ayrıntılı bir şekilde anlatmayacağım. Fakat
1930'larda yönetici kadroları bu gibi arayışlara sürükleyen
etkenler hakkında biraz düşünmemiz gerekmez mi?
R. Eşref Ünaydın, Dil ve Tarih
Kurumları ile ilgili anılarında, geçmişimizde üç tarih
nazariyesi olduğunu söylüyor ve bunları şöyle
anlatıyordu: Önce, İmparatorluk devrinde, Oğuz Han nesline
dayanan ve Namık Kemal'in «cihangirane bir Devlet çıkardık
bir aşiretten» diye övdüğü bir anlayış vardı79.
Ziya Gökalp, pergeli biraz daha açarak, «daireyi Turan süsleri ile Börteçene,
Alagonya efsanelerine değdirecek kadar genişletici bir Türkçülük
nazariyesi»80
geliştirdi. Üçüncü ve son aşamada ise, Atatürk pergeli sona kadar
açarak, Türklerin Avrupa'da bir sığıntı değil, en
eski uygarlıkları yaratan kavim olduğunu, «en yeni ve ilmi
Batı araştırmalarına, Batı bulgularına ve
kazılara dayanan modern kavramlarla» 81 göstermek
istedi.
Kanımca R. E. Ünaydın, tarihi
anlayışımızdaki gelişimi doğru
koymamıştır. Osmanlı'da tarih anlayışı,
Osmanlı İmparatorluğunu aşan bir evrensel ve kutsal
tarih anlayışı idi. Bu görüş Musevi - Hıristiyan kutsal tarih
anlayışına bağlanıyor ve onu ileriye doğru
devam ettiriyordu. Osmanlı devleti «Cihan Devleti», Osmanlı
sultanı «padişah-ı alem» idi. XIX. yüzyılda, geri kalma
ve yenilgilerle beraber, bu tarih anlayışının yerini,
Osmanlı - İslam tarih anlayışı aldı. Kutsal
tarih giderek anlamını büyük ölçüde kaybetti ve Osmanlı
sultanı da «İslam halifesi» haline geldi. XIX. yüzyıl
sonları ve XX, yüzyıl başlarında ise, Hilafet
tarihinin yerini Türk tarihi aldı ve gözler Orta Asya'ya çevrildi.
Yani R. E. Ünaydın'ın iddiasının aksine, 1930'lara
kadar pergel devamlı olarak küçüldü. Oysa, Türk Tarih Tezi ile, pergel
yeniden sonuna kadar açılıyor, tüm evrensel uygarlık Türklerin
eseri olarak görülüyordu. Bu radikal değişimi nasıl
açıklayabiliriz?
Öyle sanıyorum ki, 1930'larda yeni tarih
arayışlarını hazırlayan psikolojik ortam, Atatürk
ve yakın çevresinin uygarlık anlayışından
kaynaklanıyordu. Ziya Gökalp'in aksine, Atatürk «hars» ve «medeniyet»
ayrımı yapmıyor, Batı uygarlığını
iyi ve kötü taraflarıyla bir bütün olarak görüyordu. Osmanlı
Devletinden tamamen ayrı temellere dayanması istenen Yeni
Türkiye, tüm Batılı kurumları benimseyecekti, Gerçekten
1930'lara gelene kadar gerçekleştirilen reformlarla, devlet
aygıtı Batılı bir görünüm kazanmıştı.
Ancak bu yeni durum, tutarlı bir tarih anlayışından
yoksundu. Tam aksine, meşrutiyetçi Türkçülük, Batı modelini
benimseyen Yeni Türkiye'ye uymuyordu. Orta Asya efsaneleri ile
Moğollarla ve Tatarlarla ırk bağları kurarak Avrupa'ya
yaklaşamazdık. Oysa Batı antropolojisinde ve filolojisinde,
Türkleri evrensel uygarlığa sokacak bazı tezler vardı.
Zaten Avrupa'nın ürünü olan bu tezleri benimsemek ve bütün dünyaya
ilan etmek yeterdi. Oysa, yapılan şey bunları çok
aştı. Tüm ırk ve ulusların kökenini Türk sayan yeni
yaklaşım, yeni Cumhuriyeti yakın tarihinden de
koparıyor ve Osmanlı devletine realist bir yöntemle eğilmeye
olanak vermiyordu. Atatürk'ün desteklediği, fakat
imzalamadığı bu görüş, İkinci Dünya
Savaşından sonra terkedildi.
1946'da çok partili hayata geçiş ve
Batı'ya dönük reformların son halkasının
tamamlanmasıyla yeni bir dönem açılıyor ve ulusal kimlik sorununa
yeni bir çözüm olanağı beliriyordu. Artık Türk insanı
Batılı kurumlarda kimliğini bulmuştu. Avrupa da
Türkiye'yi kendi örgütlerine kabul etmiş, kendi arasına
almıştı. Bu dönüşüm, tarihi bir sürecin,
«Batılılaşma» sürecinin sonucuydu. Şarkiyatçıların
da büyük katkısıyla, Kemalizmi ve demokrasiyi hazırlayan
«Batılılaşma hareketleri»ne öncelik ve
ağırlık veren yeni bir tarih yazıldı. Öte yandan
meşrutiyet Türkçülüğünün ürünü olan «yönetici ulus», «asker
ulus» iddiası da, «Batılı ulus» savıyla birarada
yaşamaya devam etti.
Yeni dönem ve yeni tez, kimlik sorunumuzu çözdü
mü? Bunu herhalde kimse iddia edemez. Fakat bu başka bir konudur ve
ayrı bir incelemede ele alınmalıdır. Diyelim ki, Türk
insanı tarihteki yerini, herhalde kendi tarihini realist ve tutarlı
bir biçimde değerlendirerek alacaktır.
Dipnotlar
(1) Lkz: L. Poliakov, Ch. Delacampagne,
P. Gérard, Le Pacisme (Paris,
1976).
(2) Charles de Linné, Systéme de la Nature (Bruxelle,
1793), s. 33.
(3) Buffon, Variétés dans l'Espéce Humain (Paris, 1811), s.
134-135.
(4) J. C. Lavater. La Physiognomonie (Paris, 1854),
s. 164.
(5) Lavater, fizyonomi
açısından Türkler hakkında olumlu, Tatarlar hakkında
çok sert şeyler söylemiştir. Yazara göre Tatar fizyonomisi,
«hiçlik» ve «her türlü metafizik düşünceden yoksunluk» ifade ediyordu.
Burada «ilim»le beraber, ırkçılığın
başladığını görüyoruz. Bkz. A. Ysabean, Physiognomonie et Phrénologie
(Paris, 1909), s. 262.
(6) Pierre Camper, Dissertation sur les Variétés Naturelles
qui caractérisent La Physionomie des Hommes des Divers Climats et des Différents
Ages (Paris, 1791).
(7) J. F. Blumenbach, The Anthropological Treatises (Londra,
1865), 300 - 304.
(8) Paul Broca, Histoire des Progrès des Etudes Anthropologiques (Paris,
1870). Ayrıca, P. Topinard, Historique
de l'Anthropologie
(Paris, 1877).
(9) S. G. Morton, Crania Americana (Philadelphia, 1839), 5-6. Yazar Türkleri
şöyle anlatıyor «Orta boy ve atletik yapı, ölçülü dudaklar,
yuvarlak kafa, koyu ve canlı gözler, zeki ve anlamlı bir yüz. Son
derece kibar, fakat aynı zamanda sert, zâlim ve intikamcı bir
karaktere sahipler. Zeki ve her türlü bilgiyi kolaylıkla elde etmeye
hazırlar. Bağnazlığa düşmedikleri zaman, yüksek
bir edebî seviyeye hemen yükseliyorlar.» (s. 43).
(10) J. Barnard Davis, J. Thurnam,
Crania Britannica (Londra,
1865), s. 55. Keyser'in eserini bulup inceleyemedik.
(11) G. de Mortillet, Sur l'Origine des Animaux domestiques
(Paris,
1879), s. 15.
(12) Charles-Eugène de Ujfalvy, Aperçu Général sur les Migrations des
Peuples et Influence Capitale Exercée sur ces Migrations par la
Race de la Haute Asie (Paris, 1874), s. 7.
(13) Ch- E. de Ujfalvy, Les Aryens au Nord et au Sud de
l'Hindou-Kouch (Paris, 1896).
(14) E. Pittard, Les Races et 1'Histoire (Paris 1953; ilk baskı 1924), s. 392.
(15) Aynı eser, s. 397.
(16) Aynı eser, s. 399.
(17) J. G. Fichte, Discours á la Nation Allemande (Paris,
1895; ilk baskı 1807), s. 86, 111.
(18) A. de Gobineau, Essai sur l'Inegalite des Races Humaines (Paris,
1853 - 1855).
(19)
Bu konuda bkz: Charles Andler, Les Origines du Pangermanisme: 1800 - 1888
(Paris, 1915).
(20)
W. Jones bu fikri ilk kez 1789'da, Royal Asiatic Society'de verdiği
bir konferansta savunuyordu.
(21)
Léon Poliakov, Le Mythe Aryen (Paris, 1971). J. - P. Demonlé, «Les Indo -
Européens ont-il Existé?», L'Histoire, Novembre, 1890 (No: 28).
(22)
Gobineau, a.g.e., cilt: II, s. 107.
(23)
Gobineau, bu konuda rakamlara dayanan varsayımlar da yapıyor.
Ona göre dört yüzyıl içinde Osmanlı nüfusu 12 milyonu geçmedi.
Buna karşılık 500,000 kadar Hıristiyan aile şefi,
Müslümanlığa geçti. Bu rakamlar karışımın
yoğunluğunu anlatıyor. A. g. e., s. 221 (cilt: II).
(24)
A. Sayce, Principes de Philologie
Comparée (Paris, 1884; ilk baskı 1874).
(25)
Günümüzün en önemli Sümeroloji uzmanlarından Samuel Noah Kramer,
şunları yazıyor: «Sümerce, bazı yapı ve gramer
özellikleri bakımından Türkçe ve Macarcaya benzemektedir»
(Encyclopedia Americans). Kramer bu konudaki
bulgunun kökenini Jules Oppert'in
1860'lardaki çalışmalarına bağlıyor.
Bu sonucu için bkz: S. Oppert,
Etudes Sumeriennes (Paris, 1876).
(26)
S. Chamberlain bir İngiliz amiralinin
oğluydu. Gobineau’nun etkisi ile ırkçı
olmuş ve Alman vatandaşlığına geçmiştir. Sömürgeciliği
ırk açısından savunmuştur. Temel eseri: Die Grundlagen
des Neunzehnten Jahrhunderts (1899).
(27)
G. Vacher de Lapouge, L'Aryen. Son Rôle Social (Paris, 1899).
(28)
A. Rosenberg, der Mythus des 20. Jahrhunderts (Munich, 1932; ilk baskı
1930), s. 128 ve 630.
(29)
Walter Darré, La Race, Nouvelle Noblesse du Sang et du Sol (Paris, 1939;
ilk baskı 1930), s. 70.
(30)
Bu konuda bkz: Johannes Glasneck ve Inge Kircheisen, Türker und Afghanistan
- Brennpunkte der Orientpolitik im Zweiten Weltkrieg (Berlin, 1968). Alman
Türkologu olarak özellikle G. Jaeschke suçlanmaktadır: s. 102. Bu
kitabın Türkiye'yle ilgili bölümü dilimize çevrilerek Türkiye'de
Faşist Alman Propagandası'na eklenmiştir (Ankara; Onur
Yay., t.y.), Jaeschke hakkında bkz: s. 198.
(31)
Günümüzde sanayileşmiş ülkelere çalışmaya giden
yabancı işçilerin yeni bir ırkçılık türüne hedef
oldukları, Türkiye'de çok iyi bilinen bir gerçektir. Bunun
dışında, teorik planda, Yeni Sağ'ın tezleri ve
biyo‑sosyoloji (!) taraftarlarının görüşleri de burada
hatırlatılır.
(32)
Deguignes, Mémoire Historique sur
l'Origine des Huns et des Turks (Paris, tarihsiz,, s. 4.
(33)
Deguignes, Histoire Générale des
Huns, des Turcs, des Mogols et des Autres Tartares Occidentaux (Paris),
Cilt: I. s. 371- 372.
(34)
J. Klaproth, Mémoirs Relatifs à
I'Asie (Paris, 1826 -1828), cilt: I. s. 475.
(35)
A. Rémusat, Recherche sur les
langues Tartares (Paris, 1820), s. XXXVI.
(36)
A. Lumley Davids, Grammaire Turke (Paris,
1836). Stanislas Julien, «Les Tou-Kioue (Turcs)», Journal Asiatique, (1864) No: 4.
(37)
Bkz: Dictionnaire de Biographie Française
(Paris, 1956), cilt: 7. Buna karşılık L. Cahun, The Jewish Encyclopedia'da «Fransız
şarkiyatçısı» diye tanıtılıyor.
(38)
Ziya Cökalp, Türkçülüğün Esasları
(Ankara, 1339), s. 12.
(39)
L. Cahun, Introduction I'Histoire
de l'Asie, Tures et Mongols, des Origines à 1405 (Paris,
1896), s. VII.
(40)
Aynı eser, s. 72.
(41)
Aynı eser, s. 38.
(42)
Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak
(İstanbul, 1976), s. 46.
(43)
L. Cahun, a.g.e., Giriş bölümü. s. IX.
(44)
Aynı eser, s. 181.
(45)
Aynı eser, s. 120.
(46)
Aynı eser, s. 137.
(47)
Aynı eser, s. 179.
(48)
Aynı eser, s. 182.
(49)
A. Vambéry, kendi hayatını A. Vambéry, his Life and Adventures
(Londra, 1884)'da anlatmıştır. Orta Asya Türkleri ve
Osmanlı devleti ile ilgili birçok kitabı vardır.
(50) Bkz:
Encyclopedia Judaica, Vambéry maddesi (Jerusalem, 1971).
(51)
Demetrius Cantemir, Histoire de l'Empire Ottoman (Paris, 1743).
(52)
J. W. Zinkeisen, Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa (Hamburg,
1840), cilt: 1, s. 17.
(53)
Bernard Lewis, The Arabs in History (Londra, 1950), s. 71.
(54)
Hayrullah Efendi, Tarih-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye'sinin girişinde,
Osmanlı tarihlerini bu açıdan incelemekte, çeşitli
görüşleri ortaya koymaktadır. Bkz: Cilt : 1 (İstanbul, 1217
= 1854).
(55)
M. Djelaleddin, Les Turcs: Anciens et Modernes (İstanbul, 1869).
(56)
Yusuf Akçura, Türkçülüğün Tarihî Gelişimi (İstanbul 1978;
ilk baskı 1928), s. 53.
(57)
Mehmet Murad Efendi, Tarihî Osmani (İstanbul, 1325), s. 7.
(58)
Ziya Gökalp, a.g.e., s. 7.
(59)
Türkiye'de milliyetçiliğin doğuşu konusunda ciddî bir eser
veren David Kushner, Cahun'un eseri Türkler için «yeni ve olumlu
ışık getirdi» diyor. Takdiri okuyucuya
bırakıyoruz. The Rise of Turkish Nationalism (Londra, 1977), s.
30.
(60)
Jean Deny, «Ziya Gökalp», Revue du Monde Musulman, Cilt : 61, (1925).
(61)
Paul Dumont, «Un Economiste Social - Démocrate au Service de la Jeune -
Turquie», Mémorial Ömer Lütfi Barkan, (Paris, 1980), s. 75-86.
(62)
Ziya Gökalp, Kızıl Elma (Ankara, 1976), s. 5.
(63) Dünya kamuoyunda «asker ulus» diye
bilinen başka bir ulus, hep örnek almaya
çalıştığımız Japonlardır. İkinci
Dünya Savaşın dan sonra Japonlar, ulusal kimlikleri ile ilgili
577 eser yazmışlardır. Bunları inceleyen bir
Fransız yazarı, hepsinde şu ortak noktayı
bulmuştur: Yazarların hepsi, Japonların, yumuşak,
barışçı, anti-militarist bir ulus olduğu tezinde
birleşmektedirler. Bkz: J. Pigeot, «L'Identité Japonaise», Le Débat
(Ocak 1983), No: 23.
(64)
Bu yüzyılın başlarında, Fransız yazarı Jean
Finot, çağdaş Fransızın, «ilk akla gelenler» diye
saydığı 50'den fazla etnik unsurdan oluştuğunu
yazıyordu. Bkz: Le Préjugé des Races (Paris, 1905). Ayrıca bkz:
A. Firmin, De l'Egalité des Races (Paris, 1885).
(65) Derleyen: A. Gündüz Ökçün, Türkiye
İktisat Kongresi 1923 - İzmir (Ankara, 1968), s. 247.
(66) Aynı eser, s. 253.
(67) Aynı eser, s. 248.
(68)
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, cilt: II (Ankara, 1954), s. 100.
(69)
Aynı eser, s. 104.
(70) Aynı eser, Cilt : III, s. 50.
(71) Ziya Gökalp, Türkçülüğün
Esasları (1955 baskısı) s. 59.
(72)
Konferans Fransızca yayımlanmıştır. Bkz:
Reşid Savfet, Les Turks Odjaghis (Ankara, 1930).
(73)
Bu örgütlenişin anlatımı için bkz: İkinci Türk Tarih
Kongresi, İstanbul 20 - 25 Eylül 1937 (İstanbul, 1943),
Giriş bölümü. Türk Ocakları hakkında
ayrıntılı bir inceleme için bkz: François Georgeon,
«Les Foyers Turcs â 1'Epoque Kémaliste (1923 - 1931)», Turcica, cilt : XIV,
1982.
(74) Prof. İnan, bu görüşü
1935'te Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesinin açılış
dersinde ifade etmiştir. Aynı eser, s. 85.
(75)
Aslında Türk Tarih Tezine götüren fikirlerin, yakın
tarihimiz fikir gelişimi açısından incelenmesi ilginç
olmalıdır. Mete Tunçay, bu konuda, Milli Kurtuluş
Savaşının son yılında Matbuat Umum
Müdürlüğü'nün yayınladığı Pontus Meselesi
adlı kitabı örnek veriyor. Bkz: Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek -
Parti Yönetiminin Kurulması 1923 - 1931 (Ankara, 1981), s. 300.
Meşrutiyet aydınlarını etkileyen ve bazı eserleri
A. Cevdet ve F. Köprülü tarafından Türkçeye çevrilen G. Le Bon da,
Sümer'lerin Turan kökenli olduğuna inanma eğiliminde idi. Bkz:
Les Premières Civilisations (Paris, 1889), s. 470.
(76) E. Pittard, «Neolitik Devirde Küçük
Asya ve Avrupa Arasında Antropolojik Münasebetler»; İkinci Türk
Tarih Kongresi, s. 80.
(77) Afet İnan, «Osmanlı
Tarihine Umumi Bir Bakış ve Türk İnkilâbı», Ülkü,
Sayı : 55, (1937).
(78) Türk Tarih Tezi
şarkiyatçılar arasında çok soğuk karşılanmıştır.
Batı'nın önemli şarkiyatçı dergilerinde bu konuda
hiçbir yorum yapılmamıştır. Buna
karşılık Antropoloji çevrelerinde, Kongre «önemli bir
başarı» diye övülmüştür. Bkz: H. V. Vallais, «Le Deuxieme
Congrès de la Société Turque d'Histoire»,
L'Anthropologie, cilt : 48, (1938).
(79) R. E. Ünaydın, Atatürk, Tarih
ve Dil Kurumları, Hatıralar (Ankara, 1954).
(80) Aynı eser, s. 56.
(81)
Aynı eser, s. 56.
Kaynak:
Timur, T. (1984). Batı İdeolojisi, Irkçılık ve
Ulusal Kimlik Sorunumuz. Yapıt, 5, 7-30.
|
|